İlk gördüğümde sadece bir yazıdan ibarettin.
Beyaz, sarı, en çok da mavi kâğıda yazılmış kelimelerin vardı.
Kaleminin mürekkep rengi ise hep siyahtı…
Her kelimesine ayrı anlam yükleyerek okudum.
Tanımadan yazılanları okumak, matematik sorusunun formülünü bilmemenin çözme zorluğunu yaşıyordum.
Yabancı bir ülkede bilemediğin bir dili anlamamaya,
Yemeğe ne kadar, su, yağ, tuz koyamayacağını bilememeye,
Tanımadığın tene dokuduğunda tedirgin etmemenin nazikliğine benziyor.
Gözlerini görsem bakışlarından belki bir şeyleri anlayabilirdim. Ancak her şey sadece nokta, virgül, tire çizgilerinden ve harflerden, sayılardan oluşuyordu.
Sevmeyi bilmiyorsan gözlerini okuyamamaya eş değer bir durum gibi düşünebilirsin.
Göz üstünde yumuşatma işareti olduğunu bilememenin güçlüğüyle okumaya benzetebilirsin.
Anlayacağın, çözmek, tanımak için alfabeyi yeniden öğrenmeye başlıyorsun gibi bir vaziyet…
Görenin de okur- yazar olmadığımı sanması çok da olağan…
Düşünceler, kimin ne dediği, mahalle baskısı umurumda değil.
Zaten ne kulaklarım duyuyor, ne de gözlerim kâğıda yazılanlardan başka bir şey görmüyor.
Güneş tozlarını toplayıp, ay ışığı biriktirip, yıldızların küllerini karıştırıp, ateşler içinde yanan insana şifa olsun diye atıldığı hallerdeyim.
Tüm bunları toplayıp kalbimin ta içine sürseler de sönmez yangınım.
Huyunu, karakteristik özelliklerini bilmeden gecenin bir yarısı uyanıp yazılanlarını tekrar tekrar okuyup konuşuyormuş hissini yaşıyorsam, iş yapmam beklenemez.
Aşık Veysel ne demişti. “Bir kentte sevdiğiniz biri yaşadığı zaman orası dünya olur” Yani hangi şehirde olduğu önemli değildi. Dünyam orada idi de şehrin kentten haberi yoktu.
Yazılanlardan bir serüvenin içinden darmadağın amma kahraman gibi çıktığı anlaşılıyordu.
“Her şeyin anlamını yitirdiği, yaşamdan zevk almadığını hissettiğin anda bir el değer ruhuna…. Ve tüm yaraların yavaş yavaş iyileştiğini hissedersin,,,, iyi ki dersin.. İyi ki..” yaşadıklarını böyle anlatıyordu.
Veya yeni bir serüvene doğru yola çıktığını her şeyin daha güzel olması için yakardığını, bu şekilde anlamlandırıyordum.
Sabaha karşı hazırladığım kahveyi onun elinden geldiği hissiyle soğumasını beklerken sigaramı yakıp, ellerimi yüzümün arasına koyup öylece yazılara dalıp bir yıldızın kayması becerisiyle denize balık misali dalıp gidiyorum. Sonsuzluğa doğru…
Birazdan uyanacak, işe gitmek için hazırlanmaya başlayacak. Hangi kentte olduğunu dahi bilmeden bunları düşünmek…
Oysaki hiç önemi yoktu. Nerede ise orası dünyam değil mi idi? O halde sorun yok.
“Belki de kuşlar… Gökyüzüne dokunmak için öğrendi…. uçmayı…” yazıyordu beyaz kağıt üzerine siyah kalemle…
Gökyüzüne değil ama bilmediğim şehre uçup, camına konup uzaktan hazırlanmasını görmeye değerdi… Öğrenmek…
Hatta camını tıklayıp, elini başımı okşamasına bile izin verir, kokusunu hissetmek için kaçmazdım… Bence çok güzel olurdu.
Kahve içmeyi sevdiğimi bilmediği için bir kaba koyduğu suyu kana kana içerdim. Kim olduğumu bilmeden.
Yaptığından mutlu olurken, gözlerinin içine bakar mutlu olurdum.
O an belki gözlerinin rengini de görürdüm.
Uçmayı bilse idim…