Haberin Yıldızı-
Konuşmasına Rize’de ve Artvin’de sel felaketi dolayısıyla hayatını kaybeden vatandaşlara Allahtan rahmet dileyerek başlayan genel başkan konuşmasına şöyle devam etti:.Irak’ın kuzeyinde yapılan operasyonlarda bir şehidimiz var. Astsubay çavuş Ethem Demirci şehit oldu, ailesine başsağlığı diliyoruz, milletimizin başı sağ olsun ve bu vesileyle şunu da söylemek isterim: Hemen hemen her grup toplantısında dile getirdiğim bir sorun var: Şehitler arasındaki farklılıkları kaldırın, şehit bizim şehidimizdir. Şehitler arasında ayrım yaparsanız, gaziler arasında ayrım yaparsanız aslında doğru yapmamış olursunuz. Bayrağa sarıyoruz, şehidimiz diyoruz, devlet erkanı orada, vatandaşlarımız orada, toprağa defnediyoruz ve sonsuzluğa uğurluyoruz, ama arkasından “efendim, bu şehit falan türden bir şehit, öbürü falan türden bir şehit, bunlar arasında ayrım yapalım”, bu doğru değil. Şehit ailelerini de, gazileri de rahatsız eden bir uygulama ayrımcılığın kalkması lazım.
Bu arada Sakarya’da bir patlama olmuştu. Malum 11 yılda 5 patlama olan bir fabrika bir kez daha patlamış ve vatandaşlarımız hayatlarını kaybetmişlerdi. Sonra burada patlamamış enkazın başka bir yere taşınması gündeme geliyor. Kim bu kararı alıyor bilmiyoruz, kim alıyor? Hiçbir önlem alınmadan oradaki enkaz toplanıyor, başka bir yere götürülüyor ve oradaki patlamada da 3 askerimiz şehit oluyor. Bunların hakkını ve hukukunu aramak bizim namus borcumuzdur. Asıl beni üzen nokta da şudur: Bu ülkenin cumhurbaşkanlığı koltuğunda oturan zatı hayatını kaybeden işçilerin ailelerini değil, önce 11 yılda 5 kez fabrikasında patlama olan patronu arıyor “nasılsın” diye, asıl beni üzen nokta budur. Devletin kimlere teslim edildiğini Sakaryalıların da bilmesi lazım artık, bizim devletimiz sıradan bir devlet değildir. Bu devletin temelinde acı vardır, gözyaşı vardır ve o makama oturan her zat bunların hakkını ve hukukunu savunmak zorundadır. Bakınız, bu fabrikada çalışan bir kardeşimiz var: Aslı Bozkurt iş sağlığı ve güvenliği uzmanı. Yanlışlık şurada: Bu tür fabrikalar iş sağlığı iş güvenliği uzmanı çalıştırırlar, ama parayı patron verir. Parayı patron veriyorsa sağlıklı rapor yazamaz, ama buna rağmen bu kardeşimiz 5 gün önce bu fabrikada benim dediklerim olmuyor diye istifa ediyor, ama Aslı kardeşimiz şu anda hapiste. Beyler dışarıda, bu fabrikada “benim dediklerim olmuyor, önlemler alınmıyor” diyen kişi istifa ediyor, o şu anda hapiste. Şu memleketin adaletine bakar mısınız Allah aşkına, bu memleket nasıl yönetiliyor, bakar mısınız? Aramızda İş Sağlığı ve Güvenliği Sendikası’ndan da arkadaşlarımız var ve dolayısıyla o arkadaşlarıma da seslenmek isterim. Hiç meraklanmayın, biz sizin hakkınızı ve hukukunuzu sonuna kadar arayacağız. Hayatını kaybeden işçilerin de hakkını, hukukunu sonuna kadar arayacağız. Varsın onlar saraylarında otursunlar, varsın onlar lale devrini yaşasınlar, çalışmanın ne olduğunu onlar biliyorlar mı? Alın terinin ne olduğunu onlar biliyorlar mı? Eve ekmek götürmenin değerini onlar biliyorlar mı? Evde huzurum olsun diye çalışıyorum, üretiyorum, kazanıyorum ve evime geliyorum, huzur içinde yaşıyorum diyen bir kişinin verdiği emeğin değerini sarayda yaşayanlar biliyor mu? Hiçbirisi bilmiyor, ama onların yediklerinin tamamının bedelini 83 milyon olarak hepimiz ödüyoruz. Kendi ceplerinden 5 kuruş çıkmıyor. Altını çiziyorum, 5 kuruş, bırak 5 kuruşu 5 para dahi çıkmıyor. Dolayısıyla Sakarya’nın da vicdanına seslenmek istiyorum, Sakaryalıların da vicdanına seslenmek istiyorum: Artık uyanmanız lazım, görmeniz lazım, bu memlekette kim nasıl hizmet ediyor, onu da görmeniz lazım. Bir eli yağda bir eli balda olanların Türkiye’yi nereye taşıdıklarını da görmeniz lazım. Daha cenazeler kaldırılmadan patronu arayıp “ne yapıyorsun, geçmiş olsun” diyorsun. MÜSİAD hemen toplanıyor, ziyafetler düzenleniyor. Ya bir bekleyin şu cenazeler bir kalksın kardeşim, bir bekleyin. Emin olun bunlarda vicdan yok, ahlâk da yok zaten bunlarda; bakın bu kadar açık, bu kadar net söylüyorum. Vicdanı olmayanın zaten ahlâkı da olmaz, adalet duygusu da olmaz. Zaten adalet duygusunu tartan terazinin adı da vicdandır.
Değerli arkadaşlarım, 11 büyükşehir belediye başkanımızla bir toplantı yaptık geçen hafta, çok güzel bir toplantı oldu, verimli bir toplantı oldu. Pandemi sürecinde önlerine çıkarılan engelleri, o engelleri nasıl aştıklarını her vatandaşa, beldede yaşayan her vatandaşa nasıl ulaştıklarını, 5 maske dağıtamazken hiçbir ayrım yapmadan bütün vatandaşlara maske dağıtmak için nasıl mücadele ettiklerini anlattılar. Dinledim ve her bir belediye başkanımızla gurur duyuyoruz, gerçekten bizim gururumuz haklı bir gurur. Onlar günün 24 saati çalıştılar. Beyler saraylarında otururken, beyler “maske dağıtamazsınız” derken, saraydaki beyler fakir fukaraya verilen aşevi için toplanan paraya bile el koyarken, aşevi için toplanan paraya bile el koyarken onlar günün 24 saatinde çalıştılar. Neymiş? Efendim, CHP gelirse yardımların sonu kesilirmiş. Bir baktılar ki daha fazla yardım var ve bir baktılar ki hiçbir ayrım yapmıyorlar. Hangi partiden olduğunu sormuyorlar, hangi kimlikten olduğunu sormuyorlar, hangi inançtan olduğunu sormuyorlar; herkese koşulsuz, önkoşulsuz yardım yapıyorlar. Tabii saray zevatının ezberi bozuldu. Daha çok bozulacak ezber, daha çok bozulacak. Hiç kimsenin endişesi olmasın. Bakın, sordum: Neler yapıyorsunuz, nasıl tasarruf yapıyorsunuz? Bazı örnekler vereyim. 60 dolardan asfalt alıyorlar. Aynı firmadan 60 dolardan değil, 25 dolardan asfalt alındı. Ankara Büyükşehir aynı firma, öncekiler, yani sarayın talimatıyla görev yapanlar 60 dolardan asfaltı alıyorlar. Yönetim değişiyor, ahlâklı bir yönetim geliyor, düzgün bir yönetim geliyor, kul hakkı yemeyen bir yönetim geliyor, aynı asfaltı 60 liradan değil, 25 liradan alıyor. Şimdi sarayın sorması gerekmiyor mu: Nasıl oluyor bu? Bu 60 lirayla 25 lira arasındaki parayı kim aldı, bu malı kim götürdü? Soracağız. O sormayacak, soramaz zaten, ama biz soracağız. Yolsuzluk yapanlar yolsuzluğu soruşturamazlar. Kırşehir Belediyesi daha önce kendi asfaltını 258 liradan üretiyordu. Yönetim değişti, CHP’li bir belediye başkanı geldi. Kendi asfaltını 258’den değil, 166 liraya mal etmeye başladı. Aynı fabrika, aynı yer, aynı işçiler. 5.5 milyon lira olan araç maliyeti 3 milyon liraya indirildi. Akhisar Belediyesi bakın, büyükşehirden örnek veriyorum, belediyeden, il belediyesinden ve ilçe belediyesinden örnek veriyorum değerli arkadaşlar, bütün bunlara baktığınız zaman belediye başkanlarımız gerçekten ciddi, tutarlı çalışıyorlar. Dedik ki yaptığınız her ihaleyi dijital ortamda yapın, bütün millet izlesin. Kim girdi ihaleye, kim kazandı neyin nesidir baksın, dolayısıyla hiç kimse CHP hakkında geldiler, bunlar da diğerleri gibi mi olacak? Hayır, diğerleri gibi olmayacağız. Çünkü biz Cumhuriyet Halk Partisiyiz, çünkü biz dürüst insanlarız, çünkü biz kul hakkı yemeyiz, çünkü biz insana hizmet etmeyi güzel bir görev olarak kabul ederiz. Değerli arkadaşlarım, diğer belediye başkanlarımızla da toplantılarımız olacak, onu da daha sonraki toplantılarda ya da grup toplantılarında paylaşırız. İl ve ilçe belediyelerimizin de gerçekten son derece güzel çalışmaları var.
Bir olay daha: 2013 yılında bir yasa çıktı. Yüzde 40’ın üzerinde engelliler -ki bunlar vergi ayrıcalığından da yararlanıyorlar- kamuya ait taşıtlara binerken ücret ödemiyorlar. Eğer ağır engelliyse, yani mutlaka yanında bir kişi alması gerekiyorsa, ikisinin birlikte bir bedel ödememesi gerekiyor. Parlamento’dan bir yasa çıktı. Bu yasa çerçevesinde işte belediye otobüsleriydi, Marmaray’dı, trenlerdi, deniz taşıtlarıydı kamuya ait olan yerlerde ücretsiz uygulama başlatıldı. Pandemi dolayısıyla yasak getirildi. Denildi ki yasaktır, kimse binmeyecek. Yüksek hızlı tren dedikleri tren sonra pandemi bitti, yolcu taşımaya başladı, ama engelliye sen binemezsin diyor. Niçin? Binemezsin diyor. Parasını ödeyeceğim diyor, olmaz diyorlar. Bunu da bütün engelli kardeşlerimin bilmesini isterim. Bizim belediyelerdeki bütün araçlara biniyorlar, bir sorun yok, ama Devlet Demiryollarına gelince “hayır, sizi bindirmeyeceğiz” “Para vereyim” “Parayı da kabul etmiyoruz” Bana söyler mi acaba bir engelli kardeşim: Bunun neresinde bir mantık var, neresinde bir ahlâk var? Engelli kardeşlerime şunu da söylemek isterim: Dünya kadar ellerinde boş kadro var, engellilerin atanması gereken boş kadrolar var. 18 yıldır bu kadrolar doldurulmadı. Niçin? Siz engellisiniz, nasıl olsa size ufak bir şey veriyoruz ve siz de geleceksiniz, Ak Parti’ye oy vereceksiniz. Bu düşünceyle yapıyorlar. Eğer parlamentodan bir yasa çıkmış, engelliler için özel bir ayrıcalık tanınmışsa, o kadroların doldurulması gerekmiyor mu? Gerekiyor, ama saraya göre Türkiye’de engelli yok. Engelli olmadığı için o kadrolar boş. Çünkü sarayın engelli diye bir derdi yok. Saray etrafına bakıyor, ihale alan bilmem kim bey, bilmem efendim, hazine garantisi verdiğimiz falan müteahhit, öbür taraf bilmem ne, e bunların bir eli yağda, bir eli balda, bakıyorlar, onlara bakınca Türkiye böyle diyorlar, ama öyle bir Türkiye yok. Dolayısıyla engellilerin de uyanması lazım.
Mardin ve Şanlıurfa’da çiftçilerin durumu çok parlak değil. Arkadaşlarımız gittiler, çiftçilerle görüştüler, dertlerini dinlediler. Son 2 yılda tarımsal sulamada kullanılan elektriğin bedeli yüzde 108 arttı. Son 2 yılda bu fiyatı dayıyorlar, bunun üzerinden ödeyeceksin diyorlar. Mardin’de onlarca köyün elektriği 14 Mayıstan bu yana kesik, elektrik borçlarını ödemedikleri için şalterler indirilmiş ve elektrikler kesilmiş. Aynı şekilde Şanlıurfa’da da çiftçiler perişan vaziyette, onlar da hak arıyorlar. Manisa’da, orada bizim belediyemiz olsaydı bu soruna çözüm bulurdu. Kabahat kimde? Oturup Şanlıurfalıların düşünmesi lazım. İstanbullu rahat ediyor, Ankaralı rahat ediyor, Adanalı rahat ediyor. Nerede bir belediyemiz varsa, nerede bir sorun varsa gidiyorlar, ilgileniyorlar ve sorunu çözüyorlar. Şanlıurfa’da kim var, Şanlıurfa ne yaptı? Bütün oyları aldı, yıllardır Ak Partiye veriyor. Niye elektriği kesiyor? Üretsen de üretmesen de hiçbir önemi yok, sen üretirsen hiç önemi yok, dışarıdan daha ucuza alıyorum diyor. İki, “zaten sen bana oy veriyorsun, ağzındaki lokmayı da alsam sen bana oy vereceksin” diyor, “ne bağırıp duruyorsun” diyor. Diyor mu? Evet, diyor. Kim diyor? Saray sosyetesi diyor, sosyete damat diyor. Onların hanımlarının elindeki çantanın değerini biliyor musun Urfalı kardeşim? 50 000 dolar çanta, bir çanta senin 10 yıllık elektrik masrafını karşılıyor. Sen tarlanın değerini vermiyorsun, ürünün değerini vermiyorsun, alın terinin değerini vermiyorsun, gidiyorsun çantaya oy veriyorsun, 50 bin dolarlık çantaya oy veriyorsun. Sonra da ağlaşıyorsun vay efendim ne oldu diye, ağlaşma kardeşim, niye ağlaşıyorsun? Çözümü var, sandık önüne gelecek. Gene gelip seni kandıracaklar, meraklanma diyecekler, elektrik fiyatını düşüreceğiz diyecekler. Seni kandıracaklar, bu sefer sen kanma artık, de ki kusura bakma kardeşim, 18 yıldır sana oy veriyorum, 18 yıldır anamızı ağlattın, oy vermiyorum diyeceksin. Bu kadar basit, bunu yaparsan göreceksin saray da gelecektir ayağına niye bana oy vermiyorsun diye.
Manisa’da da afet oldu. Alaşehir üzümüyle meşhurdur, oradaki afet dolayısıyla üzüm bağları tamamen yandı. Çiftçi perişan, üretici perişan, ama orada belediye başkanımız var, hemen koştu. Bağ direklerini aldı, iki kamyon, iki tıra yükledi, getirdi, bütün üreticilere bedava dağıttı. Niçin? Bir Cumhuriyet Halk Partili belediye başkanı var çünkü orada, bir sorun varsa sorunu çözecek. Bir ilçe belediyesi, sarayda oturanın emrinde ne var? Türkiye Cumhuriyeti Devleti var. Türkiye Cumhuriyeti valisi, kaymakamı, bakanı, cumhurbaşkanı yardımcısı, cumhurbaşkanı, ama sana bir direk gönderemezler. Çünkü onların işi farklı, onlar mal nasıl götürülür, onlar onunla ilgileniyorlar. Efendim, bilmem üzüm üreticisi zarar etmiş. Ne olacak, dışarıdan üzüm getiririm diyor. Gül üreticisi zarar etmiş. Ne olacak, dışarıdan gül getirmediler mi? Gül getirdiler. Ispartalılar ne yaptı? Onlar da yıllar yılı gittiler Ak Parti’ye oy verdiler. Verin kardeşim, yakında gülü de bitirecekler. Diyecekler ki Bulgaristan’da gül var, ne olacak gider oradan alırız. Biz neyi üreteceğiz? Siz de bekleyin, aç bekleyin, ben size birer ekmek dağıtacağım. Siz de Allah razı olsun bana ekmek verdin diyeceksiniz. İnsanı yoksullaştırarak kendisine bağımlı hale getirmek istiyor. Bizim de karşı çıktığımız bu, hak talebinde bulunması lazım, Ispartalının da, Urfalının da hak talebinde bulunması lazım. Benim yoksulluğumu giderme hakkım var. Ben o hakkı kullanacağım, sen de sosyal devletin gereğini yapacaksın demek gerekiyor.
Değerli arkadaşlarım, her yıl olduğu gibi yine bir fındık tartışmasıdır gidiyor. Fındık malum Karadeniz açısından stratejik bir ürün, aslında tarım sektörü stratejik bir sektör, ama fındık o bölgede başka bir ürün yetişmediği için milyonlarca kişi, yüz binlerce kişi fındıkla geçiniyor. Nasıl Rize çayla geçiniyorsa ve Rize için çay stratejik bir ürünse, fındık da stratejik bir ürün. Dünyada fındık üretiminde bir numarayız ve fındık ihraç ettiğimiz zaman tamamı tıpkı turizm gibi devlete geliyor. Yani ödediğimiz ek bir masraf yok. Turizmden nasıl vatandaş gelip otelden yararlanıp döviz bırakıp gidiyorsa, burada da fındığı gönderiyorsunuz, para olduğu gibi geliyor, ama yıllar yılı fındık üreticisi tekellerin eline bırakılmıştı. Şimdi bir tekelin eline bırakıldı, bir yabancı firmanın eline fındık üreticileri teslim edilmiş durumdadır. Fiskobirlik’i bitirdiler, Toprak Mahsulleri Ofisini görevlendirdiler. Toprak Mahsulleri Ofisi geçen yıl 14 liradan fındık aldı. Geçenlerde bir ilan verdi “fındık satıyorum” diye, 24 liradan satışa çıktı. 14 liradan aldığı fındığı 24 liradan satışa çıkardı, 400 bin ton fındık sattı. Şimdi fındığın, yeni çıkan, çıkacak olan fındığın piyasada 18-20 lira arasında olduğu söyleniyor. Şimdi bütün fındık üreticilerine sesleniyorum: Mademki Toprak Mahsulleri Ofisi 24 liradan bunu satabiliyorsa, üretici bahçeye girmeden, fındık bahçesine girmeden önce Toprak Mahsulleri Ofisi fındık taban fiyatını en az 25 lira olarak belirlemeli. Eğer bunu talep ediyorsa Ordulular, oylarıyla göstersinler. Yaparlarsa başımın üstüne hiçbir sorun yok, istediği partiye oy verir. Hatta gider iktidar partisine oy verirler, ama yapmıyorlarsa, onların da Şanlıurfalılar gibi uyanması lazım artık, seni sömürüyorlar, alın terini sömürüyorlar, birilerine peşkeş çekiyorlar. Sen de itiraz et kardeşim, sen de itiraz et.
Değerli arkadaşlarım, bütün milletvekili arkadaşlarıma önce yürekten teşekkür ederim. Diyeceksiniz ki niçin, çoklu baro, Türkiye’yi ayrıştıran, bölen bir projenin yasası olan, teklifi olan çoklu baro uygulaması konusunda milletvekili arkadaşlarım gerçekten de mükemmel çalıştılar. Değerli arkadaşlarım, 5 gün 52 saat az değil, bütün arkadaşlar orada oldular, oturdular, her bir arkadaşımızın konuşması sıradan bir konuşma değildi. Baktım, her bir arkadaşımızın konuşması akademik düzeyi yüksek bir konuşma gibiydi. Yanlışı bütün ayrıntılarıyla önlerine koyuyorlar, ama iradelerini saraya kiralayanlar el kaldırıp indirdiler. Biz ne dersek diyelim bazılarının vicdanı da rahatsız oldu aslında, böyle şey olmaması gerekir dedi, ama yaptılar. Ayrıştırma projesiydi bu, Türkiye’yi bölme projesiydi. Çoklu hukuk projesiydi bu ve dolayısıyla bu projeye karşı çıkmak Türkiye’nin birliğine ve bütünlüğüne sahip çıkan Cumhuriyet Halk Partisi’nin temel göreviydi ve bu görevi Cumhuriyet Halk Partisi yaptı, ama beni şaşırtan bir şey var. Diyeceksiniz ki nedir o? Beni şaşırtan Sayın Devlet Bahçeli gerçekten de, çünkü partisi Milliyetçi Hareket Partisi, partinin sempatizanlarına ve üyelerine bir şey demiyorum, doğrudan Bahçeli’ye söylüyorum. Bakınız, Ak Parti Grup Başkanvekili Bülent Turan 8 Temmuz günü şu açıklamayı yapıyor basın mensuplarına: “Bu kanun geçtiğinde -Çoklu Baro Kanunu- PKK, FETÖ baro kurarlarmış, kursunlar arkadaş” Bir daha okuyorum, kulaklarınıza inanamıyorsunuz, değil mi? Bir daha okuyalım: Bu kanun geçtiğinde PKK, FETÖ baro kurarlarmış, kursunlar arkadaş. Peki, nasıl oluyor da Milliyetçi Hareket Partisi böyle bir kanun teklifine evet oyu veriyor? Bu sorunun cevabını bütün Ülkücü kardeşlerime söylüyorum, bütün milliyetçi kardeşlerime seslenerek söylüyorum. Vatanı bölmek değil, birleştirmek esastır. Çoklu baro projesiyle Türkiye Cumhuriyeti’nin birliğine ve bütünlüğüne dinamit konulmuştur. Bunu biz söyleseydik derlerdi ki işte muhalefet söyledi. Söyleyen iktidar partisinin parlamentodaki grup başkanvekili, o söylüyor. “Bu kanun geçtiğinde PKK, FETÖ baro kurarlarmış, kursunlar arkadaş” diyor. Ben bu sorunun cevabını merak ediyorum. Hangi gerekçeyle el kaldırdılar, merak ediyorum ve Ülkücülerin vicdanına sesleniyorum, milliyetçilerin vicdanına sesleniyorum, bayrağını sevenlerin vicdanına sesleniyorum, vatanını sevenlerin vicdanına sesleniyorum. Nasıl oluyor da bu kanun teklifine evet dersiniz? Tarihinizi reddediyorsunuz.
Değerli arkadaşlarım, yarın 15 Temmuz hain darbe girişiminin 4. yıldönümü dolayısıyla törenler yapılacakmış. 15 Temmuz darbe girişimi olduğunda İstanbul’daydım. Bakırköy Belediye Başkanının evine gittim. Çünkü bir gün sonra, yani 16 Temmuz’da bütün dış politika yazarlarını davet etmiştik bir otele köşe yazarlarını, Cumhuriyet Halk Partisi’nin dış politika strateji belgesini açıklayacaktık, ama olmadı. Darbe girişimi oldu, uçakta öğrendik. Yanımda da bir bakan vardı, dolayısıyla oteller kapanmış darbe girişimi dolayısıyla, Bakırköy Belediye Başkanı karşılamaya gelmişti. “Bizim eve gidelim” dedi, Bakırköy’e gittik. 15 Temmuz dolayısıyla darbe girişimi, 16 Temmuz’da Meclis’e geldim. Meclis’te konuşma yaptım. O konuşma o gün neleri söylediysem bugün de aynı şeyleri söylüyorum. O gün Meclis’te neleri söylediysem Ak Partililer alkışlıyordu. Bugün aynı şeyleri söylüyorum, Ak Partililer karşı çıkıyor, neden? İki 15 Temmuz var: Bunu bütün arkadaşların bilmesini isterim, sarayın 15 Temmuzu, halkın 15 Temmuzu. Halkın 15 Temmuzunda ne var? 251 şehidimiz var, 2194 gazimiz var. Halkın 15 Temmuzunda sokağa çıkan yüz binler var, darbeye karşı çıkanlar var, bedel ödeyenler var. Hayatlarını verip bedel ödeyenler var. Kolunu, bacağını verenler var. Demokrasi sevdalıları, halkın 15 Temmuzu bu değerli arkadaşlar, o gün bedel ödeyenler için paralar toplandı tıpkı Beşiktaş’taki terör saldırısında hayatını kaybeden ve büyük bir kısmı olan şehitlerimiz için de paralar toplandı. Bu paraları biz takip etmeseydik tamamen yok edeceklerdi. Vakıf diyorlardı, vakfı kurmamışlar. Erdoğan Kaddafi’den aldığı 250 bin doları şehit derneklerine verecekti, hâlâ o paranın nereye gittiğini bilmiyoruz. Bütün şehit yakınlarına sesleniyorum, bütün gazilere sesleniyorum, nerede bu paralar, niye vermiyorsunuz bu paraları?
Değerli arkadaşlarım, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde Araştırma Komisyonu kurduk. Önce razı olmadılar, ısrarcı olduk ve sonunda Araştırma Komisyonu kuruldu. Her partiden milletvekili katıldı, 15 Temmuz darbe girişiminin 4. yılı her partiden, grubu olan partiden milletvekilleri katıldı ve 15 Temmuz darbe girişimini araştırmak için Araştırma Komisyonu. Ak Partiye oy veren değerli vatandaşlarıma seslenmek isterim. Bu Araştırma Komisyonuna iki kişinin gelmesini Erdoğan yasakladı. Bu iki kişi çok önemliydi. Birisi MİT müsteşarı o gecenin bütün ayrıntılarını biliyor, ikincisi dönemin genelkurmay başkanı, o da bütün ayrıntıları biliyor. Soru şu: Bunların Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne gelip bilgi vermelerine Erdoğan niye yasak koydu? Darbeyi araştıracağız, failleri bulacağız, siyasi ayağını bulacağız. Kim bunları bu hale getirdi, ortaya koyacağız, bilgi alacağız. Milletin meclisine, milletin seçtiği milletvekillerinin önüne atamayla gelmiş iki kişiyi çıkartmadı 15 Temmuz darbe girişiminin perde arkası öğrenilmesin diye, ama biz bütün ayrıntıları olabildiğince araştırdık. Rapor çıktı. 4 yıldır rapor yayınlanmıyor, niçin? 4 yıl geçti, 4 yıldır rapor yok ortada, niye yayınlamıyorlar, neden korkuyorlar, neden çekiniyorlar? Millet gerçekleri görmesin.
Değerli arkadaşlarım, Müyesser Yıldız şimdi hapiste gazeteci, 15 Temmuzun perde arkasını aslında inceliyordu. Bütün duruşmalara, 15 Temmuz darbe girişiminde bulunanların bütün duruşmalarına katıldı, bütün dosyalarını inceledi. Sen misin araştıran, yakaladılar, hapse attılar araştırma diye, niçin, niçin araştırılmasın? Defalarca söylüyorum, Sayın Bahçeli de birkaç kez söyledi siyasi ayağı yok diye, bulunmadı diye, koalisyon ortağısın, şart koş. Efendim, de ki FETÖ’nün siyasi ayağını çıkarmazsan ortaya 251 şehidiniz var, o şehitlerin yakınlarının iki eli yakamızda, ben söz verdim siyasi ayak ortaya çıkacak, çıkarmıyorsanız bir daha destek vermeyeceğim. Söyle, söyleyebilir mi? Söyleyemez. Bunu kim söyler? Ancak ve ancak Cumhuriyet Halk Partisi söyler. Erdoğan demiş ki: -Ya komik bir adam- “15 Temmuz gecesine dair şüphe bulutları artık dağıtılmalıdır. Kılıçdaroğlu o gece kimlerle konuştuğunu, kimlerle hangi pazarlıklarını yaptığını öncelikle kendisinin anlatması gerekir”. Gerçekten komik, kardeşim bütün HTS kayıtları sende, yani sende duruyor. Benim kimlerle konuştuğumu ben biliyorum, sen de biliyorsun. Devlet de biliyor, arşivde zaten. Ben 50 sefer söyledim, o gece kim kiminle konuştu? Bakan, milletvekili, Erdoğan, Binali Bey kim kiminle konuştu, kim kiminle neyi konuştu? Hepsi devletin arşivinde zaten, hepsi senin emrinde, bunları açıkla kardeşim, açıklayamıyor. Niye açıklamıyorsun? Lafa gelince dil bir karış, olmuyor, bu maya tutmuyor arkadaşlar, tutmuyor. Sen, bizzat kendisi FETÖ’nün bir numaralı siyasi ayağıdır. Bakın, bunu hiç kimse en ufak bir şey söylemesin. Bir numaralı ayağıdır. Alacaksın, FETÖ’nün bütün unsurlarını devletin kılcal damarlarına yerleştireceksin, sonra kalkıp CHP’yi suçlayacaksın. Bunların tayinini ben mi yaptım? Yok. Bunları devletin kılcal damarlarına kim yerleştirdi? Sen yerleştirdin. Vali yaptın, kaymakam yaptın, hoca yaptın, devletteki bütün kadrolara yerleştirdin. Yetmedi, bir de ayrıca kanun çıkardın, toplu atamalar yaptın Yargıtaya yaptığı atamalar gibi, yetmedi devletin haremi hizmetini açtın, kozmik odasını açtın. Bir de soruyorlar siyasi ayağı kimdir diye. Bu atamaları yapan bir numaralı siyasi ayaktır. Bunu anlamamak için affedersin, beyinsiz olmak lazım, bu kadar basit. Geçti ya, darbeyi atlattılar. Bir de şu var: Erdoğan niye gider gizlenir Marmaris’te, niye saklanır? Yaverleri zaten FETÖ’cüymüş, zaten biliyorlar. Sen gidip Marmaris’te niye saklandın Allah aşkına? Çünkü sen darbenin olacağını biliyordun, darbe girişimi olacağını sen biliyordun. Ne olur ne olmaz diye Marmaris’e gittin, bu da gayet açık. Bir Cumhurbaşkanı gittiği yeri kendi vatandaşından saklar mı Allah aşkına? Yaveri biliyor, fatura kime çıktı? Sözcü Gazetesi’ne. Vay efendim, benim orada olduğumu niye yazdı? Yazar, gazetecidir. Nerede olduğunu yazar, yazmak zaten onun görevi, yazmasa zaten görevini yapmıyor demektir.
15 Temmuz gazilerinden birisine gazilik vermiyorlar. Binali Yıldırım dönemin başbakanı mektup yazmış, kutlamış. Billboardlarda adı var gazi diye, ama yıllardır uğraşıyor, 15 Temmuz gaziliğini vermiyorlar. Rıfat Kayra bunu bana anlattığında telefonla dedim ki önce Binali Beyin mektubunu göndereceksin, iki, billboardlarda adının olup olmadığına dair bana fotoğrafları göndereceksin, ondan sonra ben bunu dillendiririm. Tamam dedi, gönderdi. Değerli arkadaşlar, sakın kimseye söyleme, sana gazilik vereceğiz diye bir de söylemiş. Şu: “15 Temmuzda partimden gelen mesaj ve Sayın Cumhurbaşkanımızın emriyle 3 çocuğumu, eşimi bırakıp Atatürk Havaalanına gitmek için yola çıktım. Esenler TEM Otoyolunda üzerimize gelen tankın sıkıştırmasıyla bariyerlerden atladım, sağ kol ve bacağımdan yaralandım. Bu vatanperverliğimden dolayı Sayın Cumhurbaşkanımızın gazi olarak şeref konuğu oldum. Sayın Başbakanımız evime teşekkür mektubu yolladı”, ama 4 yıldır gazilik unvanı verilmiyor arkadaşlar.
Değerli arkadaşlarım, 15 Temmuzun saray bölümü, neydi saray bölümü? Allah’ın lütfu olarak görmesiydi 15 Temmuz darbe girişimini, 20 Temmuzda OHAL, yani sivil darbeyi yaptılar. Soruşturmalar açıldı. Garibanların tamamı içeride, askeri öğrenciler içeride, fakir fukara içeride, yani FETÖ’nün diyelim ki şöyle veya böyle önünden geçmiş, Bank Asya’nın önünden geçmiş insanların tamamı içeride, parası olan dışarıda, dayısı olan dışarıda, damadı içeride, kayınpeder dışarıda, hemen onu da dışarıya alıyorlar. Bütün hepsi böyle, hele bir de Cumhurbaşkanının avukatını tutmuşsanız değme keyfine, savcı iddianame bile düzenlemiyor. 50 sefer söyledim, sen kendi avukatlarının mal varlıklarını araştırdın mı, onların dolarlarını biliyor musun sen?
Değerli arkadaşlarım, tabii saray 15 Temmuz darbe girişimi ve 20 Temmuz sivil darbesinden sonra sarayı ayrı bir konuma taşıdı. Saray var, sarayda yaşayanlar var, bir de sarayın beslemeleri var. Sarayın gündemiyle halkın gündemi arasında siyahla beyaz kadar bir fark var. Halkın 15 Temmuzunu söyledim, çekilen bütün sıkıntıları söyledim, ama sarayın 15-20 Temmuzundan sonra lale devri başlamıştır artık, devleti tümüyle artık kendi arka bahçesi haline getirmiştir. Devlette liyakat, ne demek liyakat? Ben söyledikten sonra liyakat mı olur, ben atadıktan sonra liyakat mı olur? Ben istediğim adamı atarım, benim atadığım adam zaten liyakatlidir. Neden? Onun liyakat ölçüsü bana sadıktır zaten, bitti. Liyakat kavramı onda sadakat olarak anlaşılıyor, dolayısıyla Erdoğan bana sadıksa ne olursa olsun, hele bir de büyük rüşvetler almışsan değme keyfine, derhal büyükelçi, derhal veya genel müdür derhal, bunları yapıyorlar.
Değerli arkadaşlarım, arkasından ekonomide çöküntüler başladı, ama onların umurunda bile değil. Rejimi değiştirdiler. Demokratik parlamenter rejimden tek adam parti devletine geçtiler. Bir şeyi bir kişinin söylediği bütün devlet aygıtında aynen kabul ediliyor mu? Aynen kabul ediliyor. Aksini söyleyen var mı? Aksini söyleyen olmaz. Peki, parlamentodaki koalisyon Ak Parti-MHP bir kişinin talimatıyla 19 Mayıs hareketleri için el kaldırır ve indirirler. Onların bağımsız iradeleri söz konusu değildir, onlar akıllarını ve iradelerini saraya kiralamışlardır. Oradan gelen talimata göre hareket ederler. Beslemelerin bir başka unsuru daha var: Havuz beslemeleri var gazeteciler ve televizyoncular. Onların da tek görevi var, saraya kim çok yağ çekerse o kadar para alıyor. Keyifleri yerinde, paralar şıkır şıkır. Başka bir besleme türü de son yıllarda ortaya çıktı. Nedir o? Devlet makamından güzel postlar kapmak, bir değil birden fazla yerden maaş almak RTÜK Başkanı gibi, öyle çok var. Adam eski milletvekili, bir yerde de, üç yere daha yönetim kurulu üyesi, dört yerden birden aylık alıyor. Ne yapacak bu, saraya kul köle olmaz mı? Saraya kul köle olur. Efendim, ne liyakat? Güzel, güreşçiysen derhal nereyi istiyorsun? Halk Bankası mıydı o, Vakıflar mıydı? Vakıfbank, orayı istiyorum. Derhal Vakıfbank Yönetim Kurulu üyeliği. Para yetmiyor. Zam da yaparız, hiç meraklanma, istiyorsan bir başka yönetim kurulu üyeliği daha, ama dışarıda kimler var? Evine ekmek götüremeyenler var. Aylardır iş arayıp iş bulamayanlar var. Ben Ak Parti’ye oy veren bütün vatandaşlarıma sesleniyorum. Benim bu söylediklerimde bir harf yanlışlık varsa, bir harf, kelimeden vazgeçtim, bir harf yanlışlık varsa çıkıp bu kürsüden özür dileyeceğim, ama bir harf yanlışlık yoksa, eğer sen hâlâ gidip çoluk çocuğunun rızkını saraya kiralıyorsan ben insanlığını sorgularım arkadaş. Rant deseniz orada, ihaleler deseniz orada, paralar deseniz orada, dolarlar deseniz orada, Euro’lar deseniz orada, tefecilere hizmet, hepsi orada, 15 Temmuzu fırsat bilip Allah’ın lütfu olarak kabul edip malı götürüyorlar, aile boyu götürüyorlar. Vatandaş perişan vaziyette.
Değerli arkadaşlarım, dolayısıyla hepimizin bir şekliyle bütün bu ayrıntıları bilmemiz ve öğrenmemiz gerekiyor ve anlatmamız gerekiyor. Türkiye’de de mal varlığını bıraktılar, Manhattan’da gökdelen yapıyorlar. New York’ta Amerika’da, Manhattan’da gökdelen yapıyorlar. Muhammed Ali’nin çiftliğini satın aldılar. Çünkü biliyorlar ki dönem değişirse hep beraber Amerika’ya gidecekler. Mal varlıklarını orada yapıyorlar. Ya Türkiye’deki rant yetmedi mi ve benim içimi acıtan asıl nokta şu değerli arkadaşlarım: Türkiye Cumhuriyeti Devletini yöneten bir kişinin mal varlığının Amerika’da söz konusu olması, bak bizi kızdırma, senin mal varlığını araştırırız tehdidine ağzına fermuar çekip tek kelime edemeyen bir kişinin Türkiye Cumhuriyetini yönetmesini kabul edemiyorum. Söyleyemiyor ya arkadaş, ne mal varlığı? Her kuruşun hesabını ben milletime de veririm, bütün dünyaya da veririm. Araştırmazsanız namertsiniz diyemiyor. Niye diyemiyor? Vicdan sahibi herkes soruyorum, niye diyemiyor, niye korkuyor? Bunu söyle, biz arkanda dururuz, bunu söyle, sana her türlü desteği veririz; yeter ki temiz ol, yeter ki ahlâklı ol, yeter ki kul hakkına el uzatma, o zaman her türlü desteği alırsın. 83 milyon kapı gibi arkanda durur, ama bunu söyleyemiyorsan bir sorun var arkadaş. Yazlık sarayda oturur, kışlık sarayda oturur, uçan sarayda oturur, yetmiyor arkadaşlar, yetmiyor hâlâ… Açlık nedir, bilirler mi? Asla bilmezler. Yoksulluk, fakirlik nedir, bilirler mi? Asla bilmezler. Çiftçinin derdi nedir, bilirler mi? Asla bilmezler. Esnafın derdi nedir, bilirler mi? Asla bilmezler. Bunlarla ilgisi yoktur.
Değerli arkadaşlarım, dolayısıyla halkın gündemiyle sarayın gündemi arasında siyahla beyaz kadar büyük bir fark vardır. İşsizliğin ne olduğunu bilirler mi acaba, işsiz bir insanın sokakta nasıl yürüdüğünü bilirler mi, cebinde 5 kuruş parası olmayan bir kişinin arkadaşıyla karşılaştığında yolunu değiştirdiğini bilirler mi acaba, kahveye oturup acaba ben de bir çay içebilir miyim deyip, çay parasını dahi ödeyemeyecek kişilerin, yüz binlerin derdini bilirler mi acaba bunlar? Oğluna pantolon alamadığı için intihar eden babanın dramını bunlar bilirler mi? Değerli arkadaşlarım, üniversiteyi bitirip Türkiye’de iş bulamadığı için geleceğini yurtdışında arayan yüz binlerce gencin dramını bunlar bilirler mi acaba? Pırıl pırıl evlatlarımız işsizlikten dolayı uyuşturucu baronlarının tuzağına düşüp uyuşturucuya alıştırıldıklarını, ailelerinde huzur kalmadığını acaba bu saray sosyetesi bilir mi? Değerli arkadaşlarım, bunlar millete hayal kurmayı bile unutturdular. Emin olun, hayal kurmayı bile unutturdular. Her insanın bir hayali, bir gelecek hayali var. O kadar yoğun bir dertle karşı karşıyalar ki bunlar hayal etmeyi bile unutturdular.
Değerli arkadaşlarım, sadece son 2 yılda -18 yıldan söz etmiyorum- çalışırken işinden olan kişi sayısı 3 milyon 202 bin kişidir. Ne diyorlardı? 2.5 milyon yeni istihdam yaratacağız. Sosyete damat ve onun kayınpederi söylüyordu. Sarayın firavunu 2.5 milyon kişiye yeni istihdam yaratacağız, 2 yıl geçti, bırak yeni istihdamı 3 milyon 202 bin kişi işinden oldu, ama sarayın keyfi yerinde, paralar gırla, dövizler gırla, herkesin eli yağda-balda, para desen, pul desen her şey var. Değerli arkadaşlarım, dolayısıyla bunun üzerinde de hepimizin durması lazım.
Üzen olaylardan birisini de geçen aylarda yaşadık aslında, İstanbul Aksaray’da üstgeçide kendisini asan bir vatandaş, şöyle diyor Ahmet Karakeçi: “Korona virüs öldürmedi beni, ama sahipsizlik, çaresizlik, umutsuzluk öldürdü”. Sahipsizliği, çaresizliği, umutsuzluğu yaratan kim? Bununla mücadele etmesi gereken kim? Sarayda umutsuzluk var mı? Yok. Çaresizlik var mı? Yok, ama vatandaşta var, vatandaş geçinemiyor. Daha temmuz ayı, 10 Temmuzda gazetelerden bir haber: “KOAH hastası Veysel Patır 53 yaşında ve Bursa’da yaşıyor. İki aylık elektrik borcu var, ödeyememiş. Elektriğini kesiyorlar, solunum cihazı kesiliyor, çalışmıyor ve adam ölüyor” 21. Yüzyılın Türkiye’sinden söz ediyorum değerli arkadaşım, 21. Yüzyılın Türkiye’si. Saraydakilerde vicdan var mıdır, yok mudur bilmiyorum, ama bütün bunlara rağmen utanmadan, sıkılmadan bir de kalkıp vatandaşa IBAN numarası verdiler, bize para verin dediler. Yetmez mi ya, yetmez mi artık? O paranın da ne olduğunu bilmiyoruz, o da belli değil. Tabii saray böyle olunca sarayın yansımaları aşağı da yansıyor. Yani derler ya üzüm üzüme baka baka kararır. Geçen sosyal medyada Şanlıurfa Ak Parti Gençlik Kolları Başkanının jakuzideki sefahatini gördük, değil mi? Şöyle diyor: “Lan fakirler, beni rahatsız etmeyin” Evet, sarayı örnek alıyor tabii, bizi örnek alacak değil, vatandaşı örnek alacak değil, sarayı örnek alıyor.
Değerli arkadaşlarım, devleti yönetmek bilgi ister, birikim ister, ahlâk ister, adalet duygusu ister. Devleti yönetecek kişide halk samimiyet ister. Kararları, davranışı, tutumu samimi olmalıdır. İkiyüzlü siyaset, ikiyüzlü devlet adamı olmaz. Eğer bir kişi ben ikiyüzlüyüm, burada başka, burada başka şey söylüyorsam, o zaman derler ki bu devleti yönetemez. Bunun bilgisi de yoktur, birikimi de yoktur, bu devleti yönetemez, bunun temel görevi halkı kandırmaktır derler. O nedenle devlet yönetiminde ikiyüzlülük olmaz.
Ayasofya olayına gelmek isterim değerli arkadaşlarım, Ayasofya’nın ibadete açılması ilk kez 2005 yılında gündeme gelmiş, dava açılmış. Danıştay 10. Dairesi bakmış, onu reddetmiş. Demiş ki orası Bakanlar Kurulu kararıyla müzeye dönüştürülmüştür ve dolayısıyla bunu reddediyor. Bunun iptal edilecek bir şeyi yok diyor. 2008’de bir dava daha açılıyor. Aynı şekilde 2008’de açılan dava da reddediliyor. Bu arada 2018 yılında olay Anayasa Mahkemesi’ne götürülüyor. Anayasa Mahkemesi de kişi bakımından yetkisizlik kararı veriyor ve dosyayı iade ediyor. 2016 yılında tekrar Danıştaya dava açılıyor ve bu davaya Cumhurbaşkanlığı avukatları da müdahil oluyor. Cumhurbaşkanlığı avukatları dava dilekçesine itirazı şöyle yapıyorlar Danıştay 10. Dairesine: “Davacının Başbakanlığa ve diğer kurumlara Ayasofya’yla ilgili olarak zaman zaman başvurularda bulunulduğu -doğru, az önce tarihçesini verdim- davaya esas başvuru içeriğinin bir öncekinden farksız olduğu -aynı şeyleri yazıyorlar- dava konusu Bakanlar Kurulu kararının iptali hususunda muhtelif davalar açıldığı -doğru- yine aynı işleme karşı davacı tarafından daha önce açılan davanın reddedildiği ve bu kararın kesinleştiği, işlem hakkında kesim hüküm bulunduğunu” diyor. “Defalarca açtı, defalarca reddedildi, kesin karar var” diyor, dolayısıyla Cumhurbaşkanının avukatı, yani Erdoğan’ın avukatı bunları dilekçesinde söylüyor ve devam ediyor: Devlet idaresinin en yüksek karar organı olan Bakanlar Kurulunun idare alanında genel karar organı olduğu, Anayasa ve kanunlarla kendisine ayrıca ve açıkça yetki verilmemiş olsa bile idare alanında kanuna dayanmak ve Anayasaya ve kanunlara aykırı olmamak şartıyla istediği her işlemi yapmak hususunda, konusunda yetkili olduğu, Ayasofya’nın tahsis ve kullanım şeklinin değiştirilmesinin yürütmenin takdirinde olduğu, ulusal ve uluslararası koşullarla iç hukukumuz çerçevesinde Bakanlar Kurulunca bu konuda her zaman karar alınabileceği, Bakanlar Kurulu kararında yer alan imzaların sahte olduğu iddiasının gerçeği yansıtmadığı öne sürülerek davanın reddedilmesini istiyor Erdoğan’ın avukatı, diyor ki bu dava daha önce görüşülmüş, defalarca görüşülmüş, siz de bunu reddetmişsiniz. Dolayısıyla aynı dava geliyor buraya, buranın ibadete açılması, kullanım şeklinin değiştirilmesi tamamen Erdoğan’ın, yani şimdiki yönetimin yetkisindedir. Anayasaya göre böyle bir yetkisi vardır, dolayısıyla bu davayı sizin reddetmeniz gerekir diyor ve karşı görüş bildiriyor.
Şimdi Danıştay 10. Dairesi 1930’larda alınan, 1934’te alınan kararı iptal ediyor. Erdoğan bunun üzerine kalkıyor, açıklama yapıyor: “Ayasofya’nın yeniden camiye döndürülmesi bu kararlılığımızın sonucudur” diyor. Bakın şimdi, ne dedim? Devlet yönetiminde ikiyüzlülük olmaz, devlet yönetiminde riyakârlık olmaz. Devlet yönetiminde samimiyet esastır. Bir şeyi yapıyorsan evet, ben bunu yaptım diyeceksin ve oturup gereğini yapacaksın. Yasalara göre böyle bir yetkin var mı? Evet, böyle bir yetkin var. Şimdi sen avukatına diyorsun git buna itiraz et, ondan sonra itiraz kabul edilmiyor, Danıştay bunu onaylıyor. Ondan sonra kahraman gibi ortaya çıkıp diyorsun ki Ayasofya’nın yeniden camiye döndürülmesi bu kararlılığımızın sonucudur. Hangi kararlılık? Bunun adı nedir, biliyor musunuz? Türkçesini söyleyeyim, sahtekârlıktır. Ortada kahraman gibi geziyorsun. Kardeşim, ilk gündeme geldiğinde biz de görüştük, ilk gündeme geldiğinde dedik ki bu bir Bakanlık Kurulu kararı ikinci bir kararla değiştirilebilir. Bu kadar basit, yaparsın, bir kararname çıkarırsın, yayınlarsın, bu mesele biter. Danıştaya avukatını gönderiyorsun, aman bu karar çıkmasın, itiraz et diyorsun. Danıştay aksine karar veriyor. Çıkıyorsun, bu benim kararlılığımdır diyorsun, biz bunu gerçekleştirdik diyorsun. Bunun adı sahtekârlık değil de nedir? Bunun adı ikiyüzlülük değil de nedir, bunun adı riyakârlık değil de nedir? Samimi olacaksın kardeşim, çıkarırsın kararnameyi değiştirirsin, bitti, bu kadar basit. Yapmıyorsun, etrafını dolanıyorsun, ikiyüzlülük yapıyorsun. Oraya böyle oynuyorsun, geliyorsun burada başka türlü oynuyorsun. Bakın değerli arkadaşlar, Erdoğan bu konuların hiçbirisinde samimi değil, Erdoğan’ın tek düşündüğü koltuğudur. O koltuk için feda edemeyeceği hiçbir şey yoktur. Bir daha söyleyeyim, o koltuk için feda edemeyeceği hiçbir şey yoktur.
Değerli arkadaşlarım, şu fotoğrafa bakın, iki fotoğraf, şu iki fotoğrafa bakın değerli arkadaşlar, Ayasofya, Topkapı ve Sultanahmet siluetlerini görüyor musunuz? İstanbul’un en değerli silueti böyle hançerlendi. Kendi ağzından da itiraf etti: “İstanbul’a ihanet ettik” dedi. Sultanahmet gibi bir cami, 16×9 kuleleri miydi bu kuleler? Gökdelenlerin altında kaldı. Efendim, bunları yıkın dedi, adam yıkmadı. O zaman seninle küstüm dedi. Ne küsmesi ya, devletin bütün imkânları senin elinde mi? Elinde. Yasaya aykırı mı yapmış? Aykırı yapmış. Ver valiye talimatı, iki günde normal seyrine indirsinler, yıksınlar. Ne söyledim? İktidarı uğruna kullanamayacağı hiçbir şey yoktur. Asla samimi değildir. Biz bütün samimiyetimizle söyledik, yetkin var kardeşim, ne davası, ne dilekçesi, ne avukatı, ne riyası, ne ikiyüzlülüğü? Çıkarırsın bir kararname, mesele biter, ama yapmadın bunu, Danıştay yaptı. Ortaya çıkmış, kahramanlar gibi geziyorsun: Kararlılığımız. Ne kararlılığı kardeşim, senin kararlılığın avukatla işte, avukat gitti, senin kararlılığını söyledi. Şimdi milleti kandırıyor.
Daha başka bir şey değerli arkadaşlar, Mustafa Kemal Atatürk’e, o dönemin yöneticilerine hakaret ediyor. Erdoğan kendi tarihini bilmez, Erdoğan Milli Kurtuluş Savaşını bilmez, Erdoğan İstanbul’un nasıl işgal edildiğini de bilmez. Erdoğan İstanbul işgal edilirken padişahın gidip diz çöküp devleti teslim ettiğini de bilmez. Erdoğan Düyûn-u Umûmiyeyi de bilmez, ama orada bir insan var. Haydarpaşa’dan iner, küçük bir tekneye biner, gelir, sarayın karşısındaki düşman gemilerini görür ve şunu söyler: “Geldikleri gibi gideceklerdir”. Erdoğan Kahramanmaraş’ı bilmez, Sütçü İmam kimdir, onu bilmez. Erdoğan Gaziantep’i bilmez. Neden gazilik unvanını aldı, onu bilmez. Erdoğan Karayılan’ı bilmez, Afyon’u bilmez Erdoğan, Dumlupınar’ı bilmez Erdoğan, Sakarya’yı bilmez Erdoğan, Erdoğan’ın tek bildiği yeşil dolarlardır. Para geliyorsa paradır. Ali Şeriati’nin çok güzel bir cümlesi var. Der ki Ali Şeriati: “Bir yerde yangın varken biri seni ibadet etmeye çağırıyorsa, bil ki bu bir hainin davetidir” Doğru mudur? Doğrudur. Çünkü önce o yangını söndüreceksin.
Şimdi bir şey daha söylüyor Erdoğan Ayasofya üzerine yaptığı konuşmada, dedim ya ikiyüzlü olmayacaksın, samimi olacaksın, dürüst olacaksın, namuslu olacaksın. İkiyüzlülük devlet adamına yakışır mı? Devleti yöneten kişi ikiyüzlü olabilir mi? Ayasofya’nın camiye dönüştürülmesi ya da caminin müzeye dönüştürülmesiyle ilgili kararı eleştiriyor. Olabilir, yani ben bunu doğru bulmuyorum diyebilirsin. “Huzurunuzda ifade ediyorum ki en büyük haramı işlemiş ve günahı kazanmış olur bunu yapanlar, bu vakfiyeyi, yani vakıfları bu hale getirenler günahı işler. Bu vakfiyeyi kim değiştirirse Allah’ın, Peygamberin, meleklerin, bütün yöneticilerin ve dahi tüm Müslümanların ebediyen laneti onun ve onların üzerine olsun” ifadelerini kullanıyor. Sormak isterim, mazbut vakıflar diye bir vakıf grubumuz var. Osmanlılar döneminde kurulan vakıflara mazbut vakıf diyoruz. Bu vakıfların da mal varlıkları var ve bu vakıflar hâlâ faal, bu vakıfların mal varlığıyla da Vakıflar Bankası kuruldu. Vakıflar Bankasının hissesinin yüzde 58.5’u bu mazbut vakıflara aittir. Peki, Vakıflar Bankasının hisseleri nereye gitti? Hazineye gitti. Oradan da nereye gitti? Varlık fonuna gitti. Şimdi sormazlar mı, yine onun ifadeleriyle sorayım: En büyük haramı işlemiş, madem burayı devrediyorsun, mazbut vakıfları, Osmanlıdan kalan vakıfları varlık fonuna götürüyorsun, onların mal varlığına el koyuyorsun -onun ifadesiyle- huzurunuzda ifade ediyorum ki en büyük haramı işlemiş -zaten görevlerinden birisi- ve günah kazanmış olur. Zaten yapıyor onu, bu vakfiyeyi kim değiştirirse, bir vakfiye değil bütün mazbut vakıfları aynı çerçeveye koydum, Allah’ın, Peygamberin, meleklerin, bütün yöneticilerin ve dahi bütün Müslümanların ebediyen laneti onun ve onların üzerinde olsun. Bence hiçbir sakıncası yok, olsun.
Koltuk için yapmayacağı hiçbir şey yok demiştim. Ali Şeriati’nin sözlerini bir daha okuyup konuşmamı sonlandırayım. Ne diyordu Ali Şeriati? “Bir yerde yangın varken -Türkiye yanıyor, işsizlik var, 10 milyon işsizimiz var. Cumhuriyet tarihinin rekoru kırıldı, 10 milyon işsizimiz var. 10 milyon hanede açlık, sefalet var- biri seni ibadet etmeye çağırıyorsa, bil ki bu bir hainin davetidir” diyor. Bunu hepimiz bilelim