Baştan uyarayım; Uzun bir yazı arkadaşlar, biraz zamanınızı alacak. Okuyan da okumayan da sağ olsun!
“Ancak ideolojisi olan toplumlar, teknolojik, bilimsel, sosyolojik açıdan ileri gidebilir, kendini aşabilir, geçmişle övünme yerine, geleceği kurabilir.” Bu aslında kurum, kuruluş ve insan için de geçerlidir. Tüm bu unsurların yaşamlarının bir ideolojisi olmalıdır. O ideoloji ilham vermelidir kurumlara, kuruluşlara ve insanlara…
Fransız futbol insanı Platini der ki, “Futbol kulüpleri yaşadıkları kentin karakterini ve kültürünü yansıdır. Bu küldür ve karakteri kaybettiğinde başarısızlığa mahkumdur.” Yine İsveçli ünlü yönetim bilimcisi Wolfard, “İnsanın kol ve beyin gücünü, zamanını satın alabilirsiniz. Ancak onun hevesini, isteğini ve kalbini satın alamazsınız. Bu nedenle duygusal zekayı kullanmayı deneyin.” Yani birlikte çalıştığınız insanların, kurumunuza kalpten bağlı olmasını sağlamanızı tavsiye eder… Bu noktada daha birçok örnek verebilirim ama yazı zaten yeterince uzun olacak o nedenle asıl meseleye geçmek istiyorum…
Trabzonspor kurulduktan ve İkinci Ligde mücadele etmeye başladıktan sonra bir an önce Birinci Lige çıkabilmek için o günün koşullarında dış transfer ile futbolcu açığını kapatmaya çalıştı. Bu yetmeyince, dışarıdan teknik direktörlerin aklının daha üstün olduğuna inanıldı ve bu anlamda açılıma gidildi. Fakat tüm bu transferler ya da çareyi dışarıda arayan yönetimler, zaman zaman çok istedikleri Birinci Ligin kapısından dönseler de, ekonomik iflas durumuyla birlikte kendi yöre çocuklarına yönelmek zorunda kaldı. Takımın başına da dışarıdan teknik direktör arayışlarından vazgeçildi.
Bunun meyveleri adım adım toplandı. Hem ekonomik açıdan kulüp büyük rahatlama yaşadı, hem de sahada başarı adım adım yakalandı. O günkü koşullarda İstanbul kulüplerini alt etmek, onların üzerinde yer almak hayal ötesi bir durumdu. Ancak Trabzonspor, Anadolu’da hiçbir kulübün başaramayacağı düşünülen şampiyonluğa ulaştığında, bunun tesadüf olduğu ifade edildi. Ancak aynı Bordo-Mavili kulüp, defalarca şampiyon olurken, artık bu başarı Trabzon’da da ülke genelinde de sıradan bir olay olarak kabul edildi.
Kimse, “O gün futbolun gerçekleriyle bugünden çok farklıydı ve o zaman şampiyon olmak kolaydı” şeklinde bir saptamada bulunmasın. O günün koşullarında Fenerbahçe, Galatasaray ve Beşiktaş’ı aşmak, sıradan bir insanın Everest Tepesinin doruklarına çıkmasından daha zordu. Hakemler, bugünkünden çok daha acımasızca 3 İstanbul kulüpleri lehine kararlar veriyordu. Hiçbir maç TV’lerden yayınlanmıyor, VAR sisteminde de hakem katliamları tribünlerde bulunanlar dışında kalan hiç kimse tarafından görülmüyordu. Toplumun bu anlamda bilgilenmesi birkaç realist gazetecinin kalemine bakıyordu. Siyaset, iş dünyası, bürokrasi, Türkiye Futbol Federasyonu çok daha taraflıydı. Çünkü kamuoyu denetimi bugünün binde biri kadar bile değildi. İstanbul kulüplerini mağlup etmenin olanağının bulunmadığı düşünülüyordu. Ancak yetenekli, inançlı, birbirini seven ve yenilgiyi asla kabullenmeyen insanlar grubu bu alt edilmez düşünülen statükoyu mağlup etmişti.
Bunu yaparken de ülkenin neredeyse tüm yoksul ve ezilen kesiminin sesi olmuştu futbol sahalarında… Trabzonspor, sosyal ve siyasal yaşamın içinde burjuvaziye başkaldıran yoksul işçi sınıfının zaferini temsil ediyordu adeta…
Ne acı ki 12 Eylül faşist darbesiyle başlayan süreç, küresel sermayeyi, ulusal devletleri yeme politikalarının izdüşümü futbolda da görüldü. Mafya kılıklı, müteahhit kafalı isimler kulüplere egemen olurken, tüketim kültürü alabildiğine kendini gösterdi. Bundan en büyük zararı Trabzonspor gördü. Özellikle Mehmet Ali Yılmaz ile başlayan süreç, bir yandan pahalı dış transferlere, diğer yandan teknik direktör kıyımları ve bu alanda yabancıya yönelme ve yönetimlerin nicelik ve nitelik olarak sürekli değişen yapısı, kalitesinin yerle bir olması Bordo-Mavili kulübün sistem içinde sıradanlaşmasına, farklılığını ve gerçek kimliğini kaybetmesine neden oldu. Bu süreç son dönemlerde de özellikle Sadri Şener, Nuri Albayrak, İbrahim Hacıosmanoğlu, Muharrem Usta ile devam etti ve doruğa çıktı.
Başarı hep önemli pahalı ve yıldız eskisi dış transferde, ya da sürekli değişen teknik direktörlerle arandı. Bu politikayla belki şampiyon da olunurdu ama asla kurtuluş ve Trabzonspor’u var eden gerçek kimliğin çok dışında, kendine yabancılaşmanın sonucu yaratılacağı için de “hormonlu” olmaktan öte gitmezdi. Nihai olarak şampiyonluk dahi kulübün iflasını ve belki de satışını zorunlu kılmayı önleyemezdi.
Oysa Özkan Sümer ne güzel demişti; “Trabzonspor büyük kulüplerle sevişerek değil, savaşarak büyük oldu.” “Veya, “Biz biriz, biz biziz, biz Trabzonspor’uz.” Ya da Kazım Koyuncu’nun ifadesiyle; “Trabzonspor’u tutmak sadece o yörenin çocuğu olmakla açıklanabilecek milliyetçi bir davranış değildir. Benim için Trabzonspor, en güçlülere karşı koyan ve herkesi yenen hayali kahramandı. Öyle bir kahramandı ki statükoyu bile devirmişti.” ve
“Trabzonspor’un bendeki ifadesi, statükonun karşısında yer alması, statükoyu parçalaması, güçlülere karşı güçsüzlerin var olduğunu ve onların da bir şeyler yapabileceğini göstermesidir.”
Özkan Sümer ya da Kazım Koyuncu’nun sözünü ettiği Trabzonspor başarınken farkıydı, kendi hikayesini yazıyordu. O gün Bordo-Mavi formayı giyenler bizim ağabeylerimiz, kardeşlerimiz, mahallelerden çıkan, aynı havayı soluduğumuz, aynı suyu içtiğimiz, aynı çamurlu topraklarında yoğrulduğumuz insanlardı.
Trabzonspor biz, biz Trabzonspor’duk yani…
Ne yazık ki Trabzonspor kendi olmaktan, kent kültürünü terk etmekten ve tümüyle yabancılaşmaktan kurtulamadı… Kendi çocuğuna, insanına güven duygusunun yok olmasından kaynaklı, tüketim kültürüne teslim olmanın sonucuydu bu… Bunun en önemli sebebi ise başarma isteğiydi. Bunu yaparken de çareyi kendi değerlerinde değil, başkalarına özentide aradı ve ne yazık ki hep krizlerle boğuşmak durumunda kaldı. Takımın futbolcusu ya da teknik direktörü aşkı, futbolcunun veya teknik direktörün takımını silmiş süpürmüştü. Trabzonspor farklı ve kendi olmaktan vazgeçtiği için de başarması olanaksızdı…
Bu noktadan sonra konumuz Trabzonspor ve başkanı Ahmet Ağaoğlu ile yönetiminin uygulamaları… Ağaoğlu’nu yöneticilik tarihinin süreci içinde çok iyi tanıyan ve tahlil eden bir birey olarak onun altyapıya asla önem vermeyeceğini ilk görev döneminde yazmıştım. Geçtiğimiz sezon altyapıdan kazanılan futbolcuların bir zorunluluğun ürünü olduğunu, eğer kulüp ekonomik olarak biraz nefes alıyor olsaydı ne Ahmet Ağaoğlu’nun, ne de Ünal Karaman’ın altyapıdan tek futbolcuya bile yer vermeyeceğini de anlatmıştım. Belki bazı kesimler tarafından tepki almıştım ama gerçek buydu… Ne yazık ki geldiği altyapıyı hiçe sayan Hüseyin Çimşir de bu isimlere eşlik etti.
Ağaoğlu ve ekibi göreve geldiğinde ekonomi felçti, hala daha da felç devam ediyor. Bu nedenle de takımdaki bazı pahalı futbolcuları gönderip, yerlerine biraz daha düşük bedelli birçok oyuncu almayı tercih etti. Fakat bu transfer ettiği isimlerden takıma reel olarak biraz Nkawaeme yararlı olurken, İranlı stoper Hosseini de, “eh işte” dedirtti. Diğer isimler evlere şenlik oldu. Zaten Zarga Toure ve Amiri, üste para verilerek başka kulüplere satıldı. Bir lira da bonservis bedeli alınamadı. Sezon içinde kulüp yönetiminin üzerine çıkan Burak Yılmaz, Olcay Şahan ve Onur Recep Kıvrak gibi isimlerle yollar ayrıldı. Kucka satıldı. Onazi ağır sakatlandı. Bu durum da Uğurcan, Hüseyin ve Abdulkatir Parmak’ın önünü açtı. Yusuf Yazıcı ve Abdulkadir Ömür sezon başında yedekti. Ama Kucka’nın bekleneni verememesi, Sosa’nın sakatlığı, teknik kadroya Yusuf Yazıcı’ya mecbur bıraktı. Aynı şekilde Amiri ve Olcay da düşük kalibrede oynayınca Abdulkadir Ömür’ün yıldızı parladı.
Bu arada ara ara genç kaleci Arda Akbulut ile Murat Cem takımda yer buldu ve başarılı oldular. Bunda da yine devre arasında transfer yasağı olması başat rol oynadı. Eğer transfer serbestisi söz konusu olsaydı hiçbiri forma giyemez Ağaoğlu ve ekibi yabancılarla takımı doldururdu. Bunu son iki transfer döneminde yaşayarak görmüş olduk.
Ahmet Ağaoğlu her konuşmasında, canlı yayında, “Bizim için altyapı olmazsa olmazdır. Buradan gelen ve oynayan futbolcuların az olduğunu düşünüyorum. Daha çok oyuncu çıkarmamız gerekiyor. Bunun için de çok çabalıyoruz” açıklamasını yaparken, izleyenleri heyecanlandırdı kuşkusuz… Ama ben bu sözlerin bir göz boyamadan öte anlam taşımadığını biliyordum. Ağaoğlu ve ekibinin yetişme tarzları, dünyaya bakışı, tüketim toplumunun esiri olmaları, mevcut vahşi kapitalizmi kutsayan ekonomik anlayış gibi özelliklerini göz önüne aldığımda özellikle 12 Eylül faşist darbesinin yarattığı, “üretme”ye düşman, “Tüketimi tanrılaştıran” anlayışa karşı başkaldıramayacak beyinsel fonksiyonlar taşıdıklarına inanıyordum.
Yanılmadım!
Ağaoğlu’nun görev süresinin ilk bölümündeki transfer yasağıyla kazanılan altyapı orijinli futbolcular, “Trabzonspor kendi hikayesini yeniden yazmaya başladı” şeklinde bir umudu da tetiklemişti. Yusuf Yazacı’lar, Abdulkadir Ömür’ler, Hüseyin Türkmen’ler, Uğurcan Çakır’lar, Abdulkadir Parmak’lar, Arda Akbulut’lar, Murat Cem’ler, Bordo-Mavilileri yavaş yavaş o statükoyu yıkan eski günlerini yeniden yaşayabileceğine dönük heyecanları körükledikçe körükledi. Ağaoğlu da durmadan, bıkmadan, “Bizim için altyapı çok özeldir. Bizim kurtuluşumuzdur ve buradan çok daha büyük verim alabilmek için çabalıyoruz” söylemlerini de tekrarladıkça tekrarladı. Ancak Geçen yıl Majid Hosseini, Zarga Toure, Vahid Amiri, Anathony Nwakaeme, Calep Ekuban, bu sezonun başında Alexsander Sörloth, Yusuf Sarı, Daniel Sturridge, İvanildo Fernandes, Nemendja Andrusiç, Fıratcan Üzüm, Edgar Lee, Taha Tunç, Boris Avdijaj, Erce Kardeşler,Caston Campi, Joe Obi Mikel, Ahmet Cambaz, Doğan Erdoğan, devre arasında da Bilal Baseciklioğlu, Manoel Mesies Silva, Manuel da Costa, Gulherme Costa, Badou Ndiaye transfer edildi.
Transfer yasağı bittiği anda adeta gökten yağmur damlası gibi transfer yağdı. Biri ana, diğeri ara transfer olmak üzere tam 17 yabancı oyuncu sözleşme imzaladı. Bu isimlerden Amiri, Toure, Andusiç, Avdijaj, Andrusiç, Edgar Lee gibi oyunculardan bir kısmına da üste para verilerek gönderildi. Yapılan transferlerden şu ana kadar sadece Sorloth’ten üst düzeyde yararlanıldı. On milyonlarca Euro kasadan çıkarıldı.
Devre arasında da bu kez Messies, Bilal Baseciklioğlu, N’diaye, Gulherme ve De Costa transferi yapılırken, başta Obi Mikel ve Struttge gibi sözde büyük yıldız diye alınan ama doğru dürüst yararlı olamayan isimlerin sözleşmeleri feshedildi. Alınan oyunculardan bir teki bile takımın gücünü bir tık yukarı taşıyamadı. Hayal kırıklığı oldular. Yani bu sezonki iki transfer mevsiminde toplamda 22 oyuncu kadroya katıldı, Sadece stopere tam 7 oyuncu alındı. Ama ne yazık ki, “İşte stoperimizi bulduk” diyemedik hiç birimiz… Bunca transferde elimizde kalan tek değer Sorhloth… Diğerleri çöplük!
Benim görüşüm şuydu… Yusuf Yazıcı satılmasaydı ve sadece Sorloth transfer edilseydi bugün Trabzonspor en az 10 puan önde şampiyonluğunu ilan etmişti. Bir Yusuf Yazıcı’nın bile bu takımda nasıl bir rol oynadığını anlamayan, algılamayan yönetimler ve teknik direktörler görev yaptı, yapıyor. Acı ki hala bunun farkına varamayan milyonlar var aramızda…
Peki böyle bir transfer politikası uygulayan kulübün altyapıdan oyuncu üretmesi mümkün mü?
Asla!
Altyapı oyuncusu kadro derinliğinin içinde bu kadar yabancının bulunmadığı, kendisini güvende hissettiğinde ancak başarılı olabilir. Yani en iyi oynadığı maçtan sonra bile sakatlıktan, cezadan dönen ya da birkaç maçlığına kulübeye alınan yabancının oynayacağını ve kendisinin yine kenara köşeye atılacağını düşünmediğinde özgüvenle sahada savaşabilir. Bunu son 35 yılda birçok yetenekli altyapı futbolcusunda sayısız kez yaşadık. Bunun son örneğini de Hüseyin Türkmen ile yaşıyoruz. Aslında bu transfer politikasıyla birlikte altyapı oyuncularının yaşadıkları bir trajediden başka bir şey değil…
Hüseyin Türkmen’in yaşadığı dram yine Abdulkadir Parmak için de geçerliydi. Abdlulkadir’in geçen sezonki süper performansına ve A Milli takıma yükselmesine rağmen durmadan ön libero transferi gerçekleştirdi yönetim. Bu bölgede ülkenin en iyilerinden biri haline gelen Abdulkadir, Obi Mikel ve benzeri oyunculara kurban edilmek istenirken, vasat olduğu kanatlarda görevlendirilmeye çalışıldı bir süre. Ya da 10 numara pozisyonuna yerleştirilme çabası gösteriliyor. Peki Abdulkadir bu rekabette nasıl ayakta kalacaktı ki? Onun moral gücünü tümüyle yerle bir ederseniz nasıl verimli olmasını beklersiniz ki! Neyse ki Obi Mikel gönderildi de Abdulkadir bu sezon da kurtuldu, yoksa çoktan yok edilmişti.
Böylesine fütursuzca transfer yapılan koşullarda çok yetenekli bir isim olarak kabul edilen Cafer Tosun’u kiralık göndermek zorunda kalırsınız. Serkan Asan ya da Abdurrahim Dursun’u asla kazanmayı başaramazsınız. Dünya çapında kaleci olacağında herkesin hemfikir olduğu Arda Akbulut’u U19 takımına gönderirsiniz. 18 yaşındaki Arda dururken, Erce Kardeşler de varken, Altınordu’da 2,5 milyon liraya 19 yaşında bir kaleci daha alırsanız alttan oyuncu çıkarma sözü palavradan öte bir anlam taşımaz. Bunlara daha birçok isim eklemek mümkün ama gereği yok…
Bir yandan, “Altyapı kurtuluş” derken, diğer yandan transfer politikanızla Trabzonspor’u, “Yabacı cenneti” yaparsanız buna en hafif deyimiyle ikiyüzlülük denir. Bu politika sizi şampiyon da yapabilir ama nihai olarak ekonomik olarak yıkıma hizmet etmekten alı koyamaz. Ve sonuçta parçalanmanızı, yok oluşunuzu hızlandırırsınız.
Unutmayın ki Galatasaray 4 kez üst üste lig şampiyonu olup, UEFA Kupası ve Avrupa Süper Kupası’nı kazandığı sezonun akabinde iflasın eşiğine geldi. Çünkü hazır olmadıkları, “hormonlu başarı”lar onların çok daha yüksek bedellerle transfer yapmalarına ve bunun sonucu olarak da ekonomilerinin yerle bir olmasının sonucunu doğurdu. Aynı şey Sadri Şener’in 2010-2011 kadrosunu yaratmak için yaptığı harcamalarda da geçerli. Trabzonspor Şampiyonlar Ligi’ne gitti, çok büyük paralar kazandı, borsadaki tüm hisselerini sattı, Burak Yılmaz’ı astronomik paralarla gönderdi ama kulübün harcaması o kadar büyümüştü ki, borç 5 katı arttı ve bu süreç iflasın ilk aşamasının taşlarını ördü.
Sayın Ahmet Ağaoğlu ve ekibi ne yazık ki Trabzonspor’u büyütmek isterken, hormon kullanıyor. Hormonlu yiyeceklerle beslenen çocuklar ne kadar sağlıklı olursa Bordo-Mavili kulüp de bu koşullarda o kadar sağlıklıdır. Siyasette etkili olmak isteyen Berat Albayrak, Süleyman Soylu ya da benzer isimleri arkanıza alarak, Trabzonspor’u kendi kimliğinden, gerçeklerinden bu kadar uzaklaştırırsanız gelinecek nokta uçurumdur. Bu uçurum devletten alınan kredinin anapara ödemesinin başlayacağı iki yıl sonra çok daha iyi anlaşılacaktır.
Bir şey daha… UEFA, Trabzonspor’a, Mali Fair Play’a uymadığı için Avrupa Kupalarından men cezası verdi. Hem de Ağaoğlu ve yönetimin, “Ekonomimiz tıkırında” dediği bir süreçte… Demek ki uydurma hesaplarla birlikte toplumu kandırmaya çalışmışsınız. Ama UEFA’yı yutturamamışsınız. Geldiğiniz noktada hain ilan ettiğiniz ve mahkemeye verdiğiniz Muharrem Usta’nın ayaklarına kapanmayı çere olarak karşınızda buldunuz. Orada hülleli bir işlemle bu kez CAS’ı kandırmaya çalışıyorsunuz. Bırakın transfer politikasıyla ve sözlerinizle bu kulübe kaybettirdiklerinizi, bu dolambaçlı ekonomik işlemlerle birlikte artık hiçbir güvenirliliğınız kalmamıştır. Bu durumun sizin yüzünüzün kızarması açısından bir önemi yok da, Trabzonspor gibi bir kulübü küçük düşürmenin acısını hepimiz yaşamak zorundamıyız?
Konuyu çok uzattım.
Son sözlerim şu olsun;
Trabzonspor, kendi gerçekleriyle, kendi kültürüyle, kendi çocuğuyla başarıyı yakalayabilirse her açıdan büyük olabilir. İşte o zaman, “Statü”ye meydan okuyarak geçmişte yıktığı diktatorya karşısında yeniden devrimlerine geri dönüşü sağlayabilir. Yoksa statükonun emrinde ve onun istediği nitelikleri taşıyarak, kimliğini, kişiliğini, kültürünü kaybederek elde edilecek şampiyonluk ya da başarı, “taşıma suyla” olacağı için bu Bordo-Mavili kulübü ileriye taşımak bir yana, geriye götürür.
Zaten sahada 9-10 yabancıyla mücadele eden, çıkan oyuncunun yerine sahaya diğer yabancıları süren Trabzonspor beni temsil etmiyor. Benim Trabzonspor’um hikayesini kendine özgü gerçekleriyle yazan, güçlüleri yanına alarak değil, bizzat onları ezerek zirveye tırmanandır.
Ve sanırım bugün sahada Bordo-Mavi renklerle mücadele eden takımın yaratacağı ekonomik ve sosyal depremle birlikte zaman içinde borç yığınları yüzünden büyük bir açmazın içine girer. “Ya kapatacağız, ya satacağız” şeklinde bıçak sırtı iki soruyla karşılaşırız. Ölümü gösterenler, sıtmaya razı ederler… Kim bilir, belki de alıcısı Berat Albayrak ya da onun ortak olduğu bir şirket olur!
Böyle bir Trabzonspor, ben ve benim gibi düşünenlerin yüreklerinde yanan Bordo-Mavi ateşi küle çevirir ve bir daha da yanmamak üzere söndürür!..
Ne dersiniz Sayın Ağaoğlu?
Bunu mu istiyorsunuz!…